Adem Göksügür, Ajans Hattı'na konuştu
Bu haftaki röportaj köşemizde Adem Göksügür var. Hayat Yayınları'ndan çıkan son kitabı İsrafil'in Nefesi ile başlayan röportaj fikri, Adem Göksügür'ün renkli kişiliği ve sonsuz becerileriyle bambaşka bir hale dönüştü. Keyifli, bilgi verici bir röportajla sizlerleyiz...

05 Şubat 2020 - 21:29

ADEM GÖKSÜGÜR KİMDİR?
1962 yılında şehzadeler şehri Manisa’nın Akhisar ilçesinde doğdum. Baba tarafından Gümüşhane Kelkit, anne tarafından Makedonya göçmeni bir ailenin en büyük oğluyum. İlkokulu Akhisar’da okuduktan sonra ortaokulu babamın işi sebebiyle Almanya’nın Siegen şehrinde tamamladım. Babamın isteği üzerine Türkiye’ye dönüp İmam Hatip Lisesini bitirdim. Serüvenlerle dolu üç yıllık Alman Dili ve Edebiyatı eğitimimi yarıda bırakıp (aslında bırakmak zorunda kalıp) İlahiyat Fakültesini tamamladım. Zonguldak’ta başlayan öğretmenlik hayatım doğduğum şehir olan Akhisar’da devam etti. Otuz yıllık eğitimciliğim sonunda emekli oldum. Öğretmenliğin yanı sıra resim ve fotoğraf sanatıyla uğraştım. Başta İstanbul ve Ankara olmak üzere önemli sanat galerilerinde toplam 12 kişisel sergi açtım. İçimdeki edebiyat aşkının diğer sanatlara galip gelmesiyle de yazarlık serüvenim başlamış oldu.


SORU: Yazarlığa başlama öykünüzden kısaca bahsedebilir misiniz?
Almanya’da orta ikinci sınıfa gidiyordum, yaşım on ikiydi. Babam o yıllarda bizim camianın belki de en önemli romanı olan merhum Şule Yüksel Şenler’in “Huzur Sokağı”nı okuyordu. Zaman zaman rahmetli anneme sesli okuduğu bölümlere kulak kabartıyordum. Bir süre sonra babamın işte olduğu saatlerde romanı hararetle okumaya başladım, birkaç günde de bitirdim. Kitap okumak o günden sonra benim için film izlemek ya da oyun oynamaktan daha zevkli ve heyecanlıydı. Huzur Sokağı’nı bitirdikten sonra kendi kendime söz verdim; büyüyünce romancı olacağım… Lise tahsili için Türkiye’ye döndüm, aslında dönmek istemiyordum. Babam Almanya ortamında asimile olacağımdan endişe duymuş olmalı ki “Buralarda kalıcı değiliz, önce sen git bir kaç yıl sonra da biz döneriz.” dedi. Rahmetli babaannemle birlikte Akhisar İmam Hatip Lisesi yıllarım başladı. İşte ne olduysa o yıllarda oldu, üzerimde büyük emeği olan Edebiyat hocam Mehmet Kahraman tarafından keşfedildim. Hiç unutmuyorum, hocam lise birinci sınıfta bir hatıra yazısı yazmamızı istemişti. Okuma yazması bile olmayan rahmetli babaannemin tavuklarımızı ameliyat etmesi hadisesini ayrıntılarıyla anlatmıştım. Fareler için kıyı köşeye dökülen zehirli buğdayları yemişti tavuklarımız. Tabi zehirlendikleri babaannemin gözünden kaçmamıştı. “Çabuk makas, iğne, iplik getir!” dedi. Getirdim ve ameliyat başladı. Deriyi kesip kursaklarını çıkardı, kursakları da kesip zehirli buğdayları boşalttıktan sonra iyice yıkadı. Kursağı yastık doldurur gibi bayat ekmekle doldurup dikti. Hatırladığım kadarıyla beş ya da altı tavuğun tamamında bu işlemi yaptı ve hepsi de kurtuldu. Edebiyat hocam bu yazıyı okuyunca hadiseyi satırlara döküş biçimimden etkilenmiş. Tabi babaannemin operasyonundan da… Okula çok yakın olan babaannemi ziyaret edip konuyu bir de ondan dinledi. O günden sonra Mehmet hocamın gözdesiydim. O yılların efsane edebiyat dergisi “Mavera”ya abone olmuştum. Necip Fazıl ve Sezai Karakoç hayranlığım “Yedi Güzel Adam”la devam etti. Resmi edebiyatımızın dışında çok önemli bir edebiyatımızın olduğunu hocam sayesinde öğrenmiş oldum. Rusların Afganistan’ı işgal edip masum insanlara zulüm kustuğu 80’li yıllardı. O günlerde Meral Maruf’un aktardığı Hindikuş Dağlarındaki direnişi sıcağı sıcağına okuyorduk. Afganistan Mektupları, Dullar Kampı, Hicret Günleri eserleriyle bilinçlendik. Merhum Cahit Zarifoğlu’nun “Yar kurbanın olam, dola yaşmağın bileğime ki, düşmana güzel vuram.” mısraı beni benden alıp Hindikuş Dağlarına götürmüştü. O an bir karar daha verdim, Merhum Zarifolu gibi Alman Dili ve Edebiyatı okuyacaktım.
SORU: Alman Dili ve Edebiyatını üçüncü sınıfta bıraktığınızı söylemiştiniz. Biraz bu süreçten bahsedebilir misiniz?
1982 yılında Üniversite sınavına girdim. Almancam çok iyiydi yüksek bir puanla Ege Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı Fakültesini kazandım. Alman edebiyatı okuyordum ama Goethe ve Rilke dışındaki Alman yazarlar beni pek açmamıştı. Benim ilgi alanım daha çok Türk edebiyatıydı. Sınıf arkadaşlarımın büyük çoğunluğu Türk Edebiyatını umursamıyordu bile. Zorunlu olan Türk Dili dersini hocamız Profesör Oya Adalı’yla neredeyse baş başa işliyorduk. Yutarcasına kitap okuduğum, edebiyat dergilerine şiir ve hikâyeler yazdığım yıllardı. Oya Hanım sayesinde sol cenahın edebiyatına da vâkıf olmuştum. İmam Hatip mezunu olduğum için lakabım “Hoca”ydı. Hiç unutmuyorum Oya Hanım sınıf arkadaşlarıma hitaben “Şu hoca kadar olamıyorsunuz!” derdi. İkinci sınıfı bitirdikten sonra aynı bölüme kaldığım yerden devam etmek üzere tekrar Almanya’ya döndüm. Öğrenci vizesi almamıştım; malum, turist vizesiyle de en fazla üç ay kalınabiliyor. Ama bir fakülteye kayıt yaptırmam durumunda öğrenci vizesi alabilecektim. Kaydımı yaptırdım ve karşıma bir yığın engel çıkarıldı. Din adamı yetiştiren bir liseden mezun olan burada edebiyat okuyamaz dediler. Sınavlara girip liseyi dışarıdan bitirdim. Türkiye’de okuduğun iki yılın burada bir hükmü yok dediler, bütün derslerden sınava girip onları da geçtim. Ve nihayet Almancaya hâkimiyetini ölçebilmemiz için mülakat sınavına girmen gerekiyor dediler. Tek başıma bir salona alıp beklettiler. Masada birçok Almanca gazete vardı, onlara göz gezdirdim. Bir süre sonra saçı başı dağınık kirli bir blue jean giymiş meczup kılıklı bir adam girdi salona, hizmetli sandım. “Ben profesör bilmem kim,” dedi, “Sözlü sınav olacaksınız.” O dönemde yaşım 22, takım elbise, kravat falan, kelimenin tam anlamıyla jilet gibiyim. Gazetelerden birini açtı, bir köşe yazısı bulup katladı, önüme bıraktı. “Bunu oku, üzerinde konuşacağız” dedi. Makalenin başlığı “Pis Türkler”. Makaleyi okudukça tansiyonumun fırladığını hatırlıyorum, patlama noktasına gelmiştim. Masadan kalkıp ceketimin düğmelerini ilikledim. “Ayağa kalk Herr Profesör!” diye gürledim. Adam şaşkın bakışlarla ayağa kalktı. “Bir kendine bak, bir de bana! Sen misin pis, ben miyim?” dedim ve oturdum yerime. Adam şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemedi. Ses sınırlarını fazlasıyla aşan müthiş bir tartışmadan sonra dedi ki, “Almancaya hâkimiyetini başka türlü anlayamazdım.” Çevir kazı yanmasın taktiği olduğu her halinden belli olan bu cümleden sonra biraz sakinleştim. Adam geri adım atmıştı ama suratı da kıpkırmızı olmuştu. Öğrenci vizesi alamayışımda bu adamın parmağı olduğunu anladığımda iş işten geçmişti. Üç aylık sürem dolmuştu, öğrenci vizesi almak için yabancılar şubesine müracaat ettim pasaport süremi altı ay uzattılar. Altı ay sonunda öğrenci vizesi için tekrar müracaat ettim, okul belgelerimi dosya halinde sundum. Sana öğrenci vizesi veremeyiz dediler. O zamanlar Avrupa Birliği falan yok. Turist olarak gelip okula başladıktan sonra öğrenci vizesi alan İtalyan, İspanyol ve Yunanlı arkadaşlarım olduğunu söylediysem de nafile… Açtım ağzımı yumdum gözümü… Din ayrımı yapıyorsunuz, Türk düşmanlığınız bir gün sizi bitirecek. “Siz kedi köpek besleyin, biz hızla çoğalıyoruz, Almanya’ya yakında hâkim olacağız.” gibi sivri cümleler kuruyorum. Polis memuru pasaportumu istedi, ben de uzattım. Adam imana geldi galiba diye seviniyorum. Pasaportun üzerine bir şeyler yazıp mühürledi. Pasaportu verdikten sonra çıkabilirsiniz dedi. Şöyle bir kayıt düşmüştü pasaportuma: “Bir hafta içinde Alman sınırlarını terk etmediği takdirde polis gücüyle yurtdışı edilecektir.”
Alman Dili ve Edebiyatı maceram böylece sona ermişti. Takdiri ilahiye bakın ki, merhum Cahit Zarifoğlu da Alman Dili ve Edebiyatını yarım bırakmıştı. O yıl İzmir ilahiyat Fakültesine başladım ve 1989 yılında bitirdim. Otuz yıllık eğitimcilik hayatımdan sonra da emekli oldum.

SORU: Resim ve fotoğraf sanatıyla uğraştığınızı söylediniz. Bu sanatlara nasıl başladınız?
Ortaokul yıllarımda resim yeteneğimi keşfeden sınıf öğretmenim Frau Hintenberg olmuştu. Ulusal bir resim yarışmasına katılmış, mansiyon tarzı bir derece almıştım. Ödül olarak da büyükçe bir koli resim malzemesi verdiler. Sonra ilgi alanım olan edebiyata yöneldim. Yıllar sonra bu merakım tekrar nüksetti ve ilk öğretmenlik yıllarımda resimler yapıp sergiler açtım. Ahşap dağlama tekniğini “edirnekâri” tekniğiyle sentezleyip kök boyalar ve gomalak cilalarla kendime özgü bir tarz oluşturdum. İlk kişisel sergimi 2002 yılında Üsküdar Altunizade Kültür ve Sanat Galerisinde açtım. 2004 yılında Beyoğlu Sanat Galerisi, 2006 yılında Taksim Sanat Galerisi, 2007’de Nişantaşı’nda ve Levent’te Vakıfbank Sanat Galerilerinde açtığım sergilerle tanınmaya başladım. Evimin üst katındaki bir odayı resim atölyesi, bir odayı da fotoğraf stüdyosu olarak düzenlemiştim. Işık çadırları, spot lambalar falan… Yaptığım işlere uçuk kaçık gözüyle bakanlar oldu. Düşünebiliyor musunuz, limondan bir kalp çıkarıp turpa diktim ve “Kalp Nakli” adlı bir fotoğraf çalışması çıktı ortaya. O yıllarda Organ Bağış Haftasında afiş olmuştu o çalışmam.

SORU: Roman yazmaya nasıl ve ne zaman başladınız?
2010-2014 yılları arası Akhisar İlçe Milli Eğitim Şube Müdürü olarak görev yapmıştım. Okumaya, edebiyat ve kültür sohbetlerine önem veren çok sevdiğim bir kaymakamımız vardı, Kamil Köten… Hayata aynı frekanstan baktığımızı fark ettik ve haftada en az iki akşam buluşup edebiyat sohbeti yapıyoruz. Daha sonra mütefekkir hocam Abdullah Özdeş de katıldı sohbet halkamıza. Müthiş tefekkürler, kapasitemizin sınırlarını zorlayan beyin fırtınaları birbirini izledi. Sonra bir roman yazmam konusunda ciddi bir fikir atıldı ortaya. “Zer” adlı romanım böyle doğdu. Yazdığım bölümleri buluştuğumuz akşamlarda Kaymakam Beye ve Abdullah Hocama sesli olarak okuyorum. Kaymakam Beyin saygıdeğer eşi Gülnaz Hanımefendinin çay ve kahve ikramları eşliğinde kendimi bir anda romancı olarak buldum.

SORU: Son romanınız İsrafil’in Nefesi’nden konuşalım biraz da. Kısaca konusundan bahseder misiniz?
Bir gün yine Kaymakam Bey ve Abdullah Hocamla kıyamet alametlerinden, güneşin batıdan doğuşundan konuşuyoruz. Kur’an ve sünnette geçen alametlerin tefekkürünü yapıyoruz. Kıyamet yaklaştığında artacak olan Müslüman ölümlerinin şerefine kadeh kaldıran Batı dünyasının ileri gelenlerinin güneşin bir türlü batmadığını, hatta doğuya doğru yöneldiğini fark ettiklerindeki sahneyi hayal ettik. Birden ayağa kalktım ve yeni romanımın konusunu buldum dedim. Harry Potter ve Yüzüklerin Efendisi gibi fantastik kitap ve filmlerin gerçek dünya ile alakası olmadığı halde rağbet görmesi kıyamet alametlerini romanlaştırma fikrini getirmişti aklıma. Romanda kullanacağım fantastik öğeler sanal değil gerçek olacaktı. Zaman olarak da geleceğin anlatılması merak ve heyecanı artıracaktı. İsrafil’in Nefesi fütürist bir roman. 2055–2060 yılları arasında cereyan eden insanlığın son macerasını anlattım. Batı ülkeleri bilim ve enerji alanında çöküşe geçmiş; Amerika, tükenme noktasına gelen nüfusunun Doğu’ya göç etmesine engel olamayınca Kızılderililerden gasp ettiği topraklarda hayalet kentler oluşmuş. Bu süreçte bilim ve teknolojiyle birlikte enerjiyi de elinde bulunduran Türkiye yeni bir birlik kuruyor: Üç Kıta Birliği (ÜKB)… Avrupa, Asya ve Afrika ülkelerinden oluşan ÜKB kısa zamanda dünyaya egemen oluyor. Sonraki yıllarda Hz. Yusuf dönemini aratmayan bir kıtlık, dünyayı kasıp kavurmaya başlayınca tarih tekerrür ediyor ve bakir toprakları sayesinde Afrika yeniden dünyayı besleyen tarım kıtasına dönüşüyor. Hayal edebiliyor musunuz, Afrika’nın kavruk insanları patron, işsiz kalan emperyalistlerin çocukları işçi sınıfı… Bu süreçte ses genetiği alanındaki gelişmelerle din algısı da değişiyor. Devrim niteliğindeki bu gelişmeyle uzayda başıboş vaziyette dolaşan sesler arasından önce Hz. İsa’nın sesi kaydediliyor. Buna bağlı olarak Hıristiyanlığın gönderildiği safiyetini koruyamadığı anlaşılıyor ve İslam Batı’ya egemen olmaya başlıyor. Böylesi bir dünyada Frankfurt Başkonsolosunun oğlu Emir’le bir rahibin kızı olan Rebeka arasında alevlenen ve kültür çatışmasının sınırlarını zorlayan bir aşk yaşanıyor. Bu iki gencin aşka, hayata ve ölüme yükledikleri anlam ve yaşam biçimleri onları maceradan maceraya sürüklüyor. Takvimler 2060’a yaklaştığında Müslümanların hiçbir neden yokken ölmeye başlaması akıllara kıyamet alametini getiriyor. Zira kıyamet kâfirlerin üzerine kopacaktır ve süreç başlamıştır. İsrafil elinde yat borusuyla ilahi talimatı bekliyor. Üzerinde en çok emeğim olan romanım hiç şüphesiz İsrafil’in Nefesi olmuştur.
SORU: Gerçekten de heyecan verici görünüyor. Son bir sorum olacak, ufukta yeni romanlar var mı?
Basıma hazır üç romanım daha var. İnşallah birkaç ay sonra bir tanesi daha okurlarımla buluşacak. Şu an altıncı romanımı yazıyorum, öyle sanıyorum her yıl en az iki romanım yayımlanacak. Bu romanlarım da konuları itibariyle fantastik. Mesela bir tanesi zaman yolculuğu yapan bir Türk kızı... Ortaçağa gidip ünlü düşünür ve bilim adamlarıyla buluşup onları şaşkına çeviriyor. Bir diğer romanımda mezarlıklarda düşüp kalkan aklı başında bir meczup ölülerle konuşuyor, insanların ölüm sonrası başlarından geçenlere tercüman oluyor. Farklı sosyal çevrelerden, zaliminden mazlumuna, zengininden fakirine yaklaşık on-on beş karakterin kabir âlemini korku ve heyecan dolu bir serüvenle anlatmaya çalışıyorum. Romanlarımın Hayat Yayınlarından çıkması en büyük arzumdu. Önce Hayati Beyle tanıştık. Sonra Yuşa Bey ve Erol Bey ve son olarak da sizinle tanışmak nasip oldu. Allah ömür ve sağlık verdiği sürece de birlikte çok şeyler başaracağımızı düşünüyorum.
-Bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz Adem Bey.
Rica ederim Ercan Bey, bu fırsatı bana verdiğiniz için ben teşekkür ederim.
Ercan Ertan / Özel Röportaj
YORUMLAR